31 Mart yerel seçimleri yaklaştıkça siyaset kulvarında kin ve nefret tohumlarının algı operasyonlarıyla birlikte sağa sola saçılmaya başladığını hissedince “ötekileştirme” ve “çatışma” kültürünün tarihi kodlarına ulaşmaya çalıştım.
Batı kolonyalizmi, 19. Yüzyıldan itibaren “ modernite” kavramında paradigma değişikliğine giderek bu sözde sihirli ama aslında zehirli kavrama yeni bir misyon yükledi. Bu misyon Batı’yı 20. ve 21. Yüzyıllardaki işgallere hazırladı.
Aydınlanma ile başlayan ve 19. Yüzyıldan itibaren sömürge stratejisinin yaldızlı bir aparatına dönüşen MODERNİTE, aynı zamanda Avrupa merkezli küresel sistemin kurumsallaşmasını da hazırlamış oldu.
Bu süreç, İslam dünyasının, Hindistan, Afrika, hatta Çin’in sistem dışında bırakılması ile birlikte, Doğu’nun ötekileştirilmesini ve marjinalleşmesini sağladı.
Böylece Doğu’nun kaynaklarının modern(!) toplumların refahı için acımasızca Batı’ya hortumlanması operasyonunun alt yapısını hazırlamak iki yüz yıl sürdü. Bu süreçte oryantalistler çok büyük iş çıkardılar. Etnik çatışmalar, mezhep ve kültür çatışmaları bu dönemde kotarıldı. Ayrılık tohumları ekildi, toplumlar birbirleriyle çatıştırılarak güçsüzleştirildi. Aynı zamanda kültürel yozlaşma ile birlikte yerli işbirlikçiler devşirildi.
Son zamanlarda kurdukları El Kaide, Deaş, İşid, PKK, PYD, FETÖ gibi laboratuvar ürünü örgütlerle bölgenin huzurunu bozup işgale zemin hazırladılar.
Bizden olmayan, bize ait olmayan tüm bu gelişmeler gösterdi ki; ”modernite” Doğu’da başka, Batı’da başkaydı. Doğu’ya önerilen, daha doğrusu dayatılan modernite; bilimin üstünlüğünü, Kartezyen akılcılığını, demokrasiyi, özgürlüğü ve refahı değil, ötekileştirdikleri ve kimliksizleştirdikleri doğunun iktisaden , ruhen ve fiilen işgali anlamına geliyordu.
Bu hileli ve yaman çelişkiyi hala göremeyen işkencecisine aşık yerli mankurtlar uyanmadıkça, kendimiz olmadıkça bu acımasız işgal ve asimilasyon devam edecektir.
Şayet insanca yaşamak ve özgürlük bizim hakkımızsa, sicili bozuk Batı’dan bize hakkımızı lütfetmesini ve emperyal emellerinden vazgeçmesini beklemek ahmaklık olur.
Batı, sözde modernite-çağdaşlık kılıfıyla “ öteki” toplumları sömürmeyi, asimile etmeyi, olmuyorlarsa yok etmeyi hep “ beyaz adam” ın hakkı ve kutsal vazifesi olarak gördü.
Bu misyon Batı’nın tarihinde, kültür ve medeniyet kodlarında, dinsel referanslarında hep var olagelmiştir. Kısaca, “ ötekileştirme, çatıştırma, parçalama ve işgal” denklemi emperyal sömürge düzeninin değişmeyen stratejisiydi.
Batı’nın bu tuzağına düşen uluslar ve devletler örümcek ağına takılan kelebek gibi, medeniyet iddialarıyla birlikte yok olup gittiler. Tarih bunun sayısız örneklerine tanıklık etmekten yoruldu.
O halde, son yüzyılda ve son yıllarda bu coğrafyada yaşananlar yok oluş veya yeniden diriliş mücadelesinden başka bir şey değildir. Ya ağı parçalayıp özgür olacağız, yani kendimiz olacağız, ya da yok olacağız. Üçüncü yol yok. Bu kadar net.
Ömer Hayyam’ a izafe edilen ama gerçekte Yusuf Şahin Ceritli’ye ait olan şu dörtlük halimizi ne de güzel anlatmış.
“Celladına aşık olmuşsa bir millet,
İster ezan dinlet, ister çan dinlet,
İtiraz etmiyorsa sürü gibi illet,
Müstahaktır ona her türlü zillet.”
Oryantalizmin ( güya doğuyu araştırma bilimi imiş) kurucuları Karl Pfander, William Muir, Ernest Renan, Hammer ve daha niceleri hep aynı amaca hizmet ettiler; Batı’nın ayak basacağı , sömüreceği bölgeleri kültürel mayınlardan temizlemek, uyuşturmak ve soysuzlaştırmak. İslam coğrafyası başta olmak üzere göz diktikleri bölgelerde insanları birbirleriyle çatıştırarak ve kutuplaştırarak enerjilerini ve varolma misyonlarını bitirdiler. Sömürge kıvamına gelince de hazin son belliydi; ya gönüllü kölelik ya da çarpışarak kölelik.
Mesela, Renan tıpkı Bernard Lewis gibi emperyalizmin önünde en büyük engel olarak İslam’ı görür. Onun halledilmesi için ise İslam’ın sekülerleştirilmesi, güya çağdaş ve bilimsel bir kimlik kazandırılması gerektiğini belirtir. Yani İslam toplumlarını sömürü kıvamına getirebilmek için asimilasyonu şart koşarlar.
Durum bu kadar açık ve net iken, idam fermanımız yüzümüze okunmuş iken bizde kaç aydınımız bu tuzağı görebildi? Kaç aydınımız bu tuzağa düşüp de kendi değerleri ve kendi insanıyla hala çatışıyor?
İşin üzücü tarafı şu ki; bu kadar belirgin ve gözle görülebilen bu emperyal kuşatmaya karşı ciddi bir kültürel cevap veremiyoruz. Hala birbirimizle didişmeye devam ediyoruz. Yani bir türlü küllerimizden dirilip vampir medeniyetine alternatif olamadık.
Şayet böyle giderse bu süreç önce ruhlarımızı, kimliğimizi ve son olarak da vatanımızı elimizden alacak.
Lakin biz siyaset uğruna birbirimizi ötekileştirmeye, kutuplaştırmaya ve ithal çatışma kültüründen nemalanmaya devam ediyoruz.
Bernard Lewis, Martin Krammer ve Emerson gibi oryantalistlerin bir diğer tezi de şöyledir; “ Müslüman toplumların Batı ve dünya ile barış içinde yaşamaları için modernleştirmeleri(!) gerekir.”
Zaten B. Lewis’in “ medeniyetler çatışması” kuramı bu şekilde evcilleşmeyen toplumlara ikinci seçeneği sunar; aşağıla, ötekileştir, çatıştır, kutuplaştır, parçala ve işgal et.”
Elin adamı açıkça yazmış, çizmiş, yol haritasını belirlemiş. Şayet asimile olmakta direnirsen sana dünyayı zindan ederim, demiş. Son Gazze örneğinde olduğu gibi.
O halde birey olarak, millet ve devlet olarak yapılması gereken nedir?
En azından 31 Mart seçimlerini fırsat bilip el atına binmeden, dolduruşa gelmeden kendimiz olmayı –biz olmayı deneyelim. Farklılıklarımız aynı hamurda yoğurulmuş, aynı fırında pişmiş İznik çinisi gibi, Anadolu mutfağının lezzetleri gibi bizim zenginliğimiz ve gücümüz olsun.
İtişip kakışmayı, iftirayı, algı operasyonlarını bırakıp kin ve nefret söylemlerini terk edip projelere odaklanalım.
Öncelikle başkan adaylarımız sevgi dilini ve uzlaşı kültürünü yaymakta bize örnek olmalılar değil mi?
İdeolojiler değil, sevgi ve hoşgörü gölgesinde projeler yarışsın. Seçimi kim kazanırsa kazansın, önce kardeşlik ve Bodrum kazansın.
Ehliyet ve liyakata yol açalım. Zehirli salya ve boş sloganlar kaybetsin, sevgi dili kazansın istiyorum. Ya sizce?
Hoşça kalın, sevgiyle kalın.