Sözcü Gazetesi yazarı Yılmaz Özdil Yatağan ve Milas’taki Termik Santrallerin, insanları nasıl öldürdüğünü yazdı.
Cevat Şakir’den başlayarak, Yatağan adının nasıl konulduğunu yazısında anlatan Yılmaz Özdil, yeni çıkartılan zeytin yasası ile insanların nasıl erken yaşta göçtüğünü yazdı ve Cevat Şakir için “Ne mutlu ki, Halikarnas Balıkçısı olarak yaşadı, kendi tabiriyle, ölüp nur içinde yatacağına, nur içinde yaşayarak gitti.
Bu günlere kalsaydı, “Halikarnas Madencisi” olarak kahırdan giderdi!” dedi.
Bermuda şeytan üçgeni
İlkokulu Büyükada’da okudu, Robert Kolej’den mezun oldu, İngiltere’ye gitti, Oxford Üniversitesi’nden tarih diploması aldı, yurda döndü. Gazeteciydi. Hayatını daktilo tıkırdatarak, karikatür çizerek, dergi kapakları resimleyerek kazanıyordu. Cumhuriyet’in ilanından hemen bir yıl sonra 1924’te yayın hayatına başlayan ve rengarenk mizanpajı, kışkırtıcı karikatürleri, tabuları yıkan haber içerikleriyle Türk basınında çığır açan Resimli Ay dergisinde çalışıyordu.
İstiklal Mahkemeleri’ni eleştiren bir öykü kaleme aldı, kurşuna dizilen dört asker kaçağının son günlerini anlattı, “hapishanede idama mahkum olanlar bile bile asılmaya nasıl giderler” başlığını attı, askerden kaçmanın suç kabul edilmesini eleştiriyordu, bu öykü nedeniyle tutuklandı, yargılandı, “memlekette silahlı isyanların yaşandığı dönemde, asker kaçaklarını savunarak, askerleri isyana teşvik etmek”ten suçlu bulundu. Mahkumiyet kararı olarak, üç yıllığına Bodrum’a sürüldü.
O günkü mantığa göre, aslında yeryüzü cenneti olan Bodrum, kimsenin adresini bile bilmediği sürgün yeriydi.
Bu sürgün, Cevat Şakir’i cezalandırmayı amaçlıyordu ama, Halikarnas Balıkçısı’nın doğmasına vesile oldu. Çünkü, sürgün cezasını tamamladıktan sonra Bodrum’dan ayrılmadı, Bodrum’un antik çağlardaki ismi olan Halikarnas’ı mahlas olarak benimsedi, Halikarnas Balıkçısı oldu, yöreyi yazmaya başladı, artık sadece gazeteci yazar değildi, balıkçıydı, süngerciydi, bahçıvandı, rehberdi, etrafına fener gibi ışık saçan kalemiyle, Ege ve Akdeniz medeniyetlerinin Diyojeni’ydi.
Mavi Yolculuk’un babası oldu.
İnsanımızı, denizimizi, ormanlarımızı, duyguyla, mitolojiyle, şiirsel bir dille harmanladı.
Mavi Sürgün, Yaşasın Deniz, Aganta Burina Burinata, Anadolu Efsaneleri, Gülen Ada, Çiçeklerin Düğünü, Arşipel, Gündüzünü Kaybeden Kuş, Deniz Gurbetçileri… Hangisini saysam bilmem ki, birbirinden eşsiz romanlar, büyüleyici hikayeler, denemeler, hatta çocuk kitapları yazdı.
Aldı okurlarını, ilham verici kelimelerin enginliğinde, tee oralara götürdü… “Gök kadar beyaz denizin cam sessizliğinde, tepetakla dinelen çamların akisleri, gönül dinlendirici oluyordu. Teknem Yatağan o suların üzerinden geçerken, o ağaç akislerini yarım mil ötelere kadar halka halka titretirdi. Oralarda dünyanın başka hiçbir yerinde bulunmayan buhur ağacı ormanları vardır. Hafif hafif amber kokarlar. Bir yaprak kalabalığı olan her ağaçtan, başka ağaca sarmaşıklar kurarlar. Çiçeğin biri koptu mu, yere kelebek konmak üzere olduğu sanılır. Buhur ağaçları ta kıyıda ayaklarını sedef yansımalı sularda yıkarlar. Gördüklerim hâlâ gözlerimde yaşıyor” diye yazdı.
Böyle böyle anlattı.
Öğretti, sevdirdi.
“Çevre bilinci”nin öncü yazarı oldu.
Yukardaki kısacık örnekte de görüldüğü üzere, küçücük teknesiyle dolaşırdı, doğayı, denizi, deniz insanlarını o küçücük teknesinde yazardı. Tirhandildi. Bodrum’a özgü, ahşap, yelken ve kürekle yol alan, alt tarafı sekiz metre boyunda, kayıktan halliceydi. İsmi, Yatağan’dı.
Mavi Sürgün’de bizzat şunları yazdı… “Ahiköy o zamanlar nahiyeydi, şimdi kaymakamlık oldu, ben Bodrum’dayken Yatağan adında kayığım vardı, Ahiköy’ün ilk kaymakamının karısı Bodrumluymuş, yeni kurulan kaymakamlığa bir ad takmak gerekince, oraya ‘Yatağan’ diye, benim kayığımın adını vermişler” dedi.
Evet… Muğla’nın ilçesi Yatağan’ın eski adı, Ahiköy’dü, bucaktı, 1944 yılında ilçe oldu, ilçe olunca ismi değiştirildi, çevre bilincinin sembolü olsun diye, Halikarnas Balıkçısı’na atfen, Yatağan yapıldı.
Mümbit topraklara sahip olan bu bereketli, şirin ilçemiz, Halikarnas Balıkçısı’nın yöre insanlarına mirasıydı.
Çevre bilinci demek, Yatağan’dı, Yatağan demek, çevre bilinciydi.
Gel zaman git zaman, 1982 yılında, deniz kenarında olmamasına rağmen, Bodrum, Marmaris, Datça, Fethiye, Köyceğiz, Dalaman gibi, Muğla’nın birbirinden şahane ilçelerinden biri olan Yatağan’a, termik santral diktiler!
İnsanlarımız çırpındı, etmeyin eylemeyin diye, nafile, dinletemediler. İlk önce Sek köyü’nü kamulaştırarak başladılar, sonra Eskihisar köyü, Yeşilbağcılar köyü derken, santralın kömür ihtiyacını karşılamak için 10 kadar köyümüz adeta haritadan silindi, açık ocak maden işletmeciliğiyle devasa iş makineleriyle öylesine devasa alanlar kazıldı ki, öylesine devasa çukurlar oluştu ki, bir zamanlar ne ekersen fışkıran bereketli tarlalarımız ay kraterine döndü, bir zamanlar zeytin ağaçlarıyla kaplı, erik, şeftali, kayısı, nar, meyve ağaçlarıyla kaplı 25 köyümüzün köy vasfı kalmadı, tarım kalmayınca nüfus kalmadı, gençler kaçtı, yöre tarumar oldu. Sadece ağaçları köklemekle kalmadılar, santralın filtresiz bacasından alenen kanser fışkırıyordu, bitkiler öldü, toprak öldü, börtü böcek öldü… Mesleğe Ege bölgesinin gazetesi Yeni Asır’da başladığım için, defalarca manşet yaptım, gözlerimle şahidim, kuşlar bile öldü, kuşlar… İnsanlar ölmeye başladı. Bebeler sakat doğmaya başladı.
Yatağan avuçiçi kadar bir yer… Vahşeti şöyle hesap edin lütfen… İki milyon ev düşünün, hepsinin sobalı olduğunu düşünün, bu iki milyon evin, yaz kış demeden, gece gündüz demeden, 365 gün 24 saat aralıksız soba yaktığını düşünün, Yatağan termik santralı işte bu kadar kömür yakıyor! Üstelik, ülkenin en kalitesiz kömürünü yakıyor. Santralın bacasından işte bu kadar duman püskürtüyor. Gözle görülmeyen partiküller yüz kilometre çapında yayılıyor. Yeraltı sularına sirayet ediyor.
1982 yılında bu santral açıldığında Yatağan ilçemizde sadece iki eczane vardı, santralle birlikte mantar gibi çoğaldı, bugün neredeyse bir milyon nüfuslu şehir kadar eczanesi var. Yatağan termik santralını besleyen maden ocakları kanser gibi yayıldı, maden alanları yayıldıkça, kişi başına düşen kanser ilaçlarının satışında rekor kırıldı. “Özelleştirme” denilen yandaşlaştırmadan sonra, iyiden iyiye sömürge madenciliğine geçildi. Lenf kanserinde korkunç bir tablo var. Yatağan’da bronşit, astım, koah yüzünden hastanelik olanların sayısı, Muğla ortalamasının dört katı… Santral öncesinde 80 yaşını geçenlerin sayısı neredeyse köy nüfusunun yarısıydı, bugün artık yaşlılığa bağlı olarak değil, henüz 40’lı 50’li yaşlarda termik santrala bağlı hastalıklar yüzünden ölüyorlar.
★
Halikarnas Balıkçısı’nın yadigarı olan, çevre bilincinin sembolü̈ olan Yatağan’ı işte böyle mahvettiler.
İnsanların yaşam alanlarını, insanların yaşam hakkını ellerinden aldılar.
★
Şimdi?
★
TBMM’de kabul edilen kanun torbasının içine ilave ediverdiler, zeytinliklerin madenlere açılmasına izin veriverdiler.
★
Muhalefet “zeytinlikler yok olacak” diyor, iktidar cenahı ise “tam aksine, bu kanuna göre, maden şirketleri kestiğinin iki misli zeytin ağacı dikecek” diyor.
Muhalefet medyası “zeytinlikler yok oluyor” diyor, saray medyası ise “tam aksine, eskiden 100 milyon zeytin ağacı vardı, şu anda 205 milyon zeytin ağacı var” diyor.
★
Halbuki…
Mesele zeytinden ibaret değil.
Elbette her bir zeytin ağacı çok önemli ama, bu kanunla aslında, insanların yaşam hakkı ellerinden alınıyor.
★
Yatağan termik santralı, 2014’te yandaş işadamına verildi.
Kemerköy termik santralı, 2014’te yandaş işadamına verildi.
Yeniköy termik santralı, 2014’te yandaş işadamına verildi.
Bu kanun, bu üç termik santral için çıkarıldı.
★
Bu kanunun yaratacağı tahribatı görmek istemeyenlere, Yatağan termik santralının yarattığı tahribatı göstermek lazım.
★
Yatağan’la orman içinde yeralan Yeniköy arası sadece 13 kilometre… Yeniköy’le hem orman içinde hem denize sıfır konumda olan Kemerköy arası sadece 25 kilometre… Birbirine bu kadar yakın mesafedeki bu üç termik santral, aslında, yeryüzü cennetimizin Bermuda şeytan üçgeni… Zeytin kanunuyla birlikte işte bu bermuda şeytan üçgeni, komple imha olacak… Yatağan termik santralının tek başına yarattığı tahribat, üçe katlanacak. Bu üçgen içinde yeralan 90’dan fazla köy -florasıyla faunasıyla- komple yok olacak, ne tarım kalacak, ne orman kalacak, ne yeraltı suyu kalacak. Yatağan termik santralı yüzünden patlama yapan hastalıklar bütün bölgeye yayılacak, açık söylüyorum, sağlıklı insanlar ecel tabir ettiğimiz vadeyle ölmeyecek, bu kanun yüzünden hastalanarak ölecek.
★
“Geceleri rüyamda kendimi savaşan bir general gibi görüyordum” diyordu, Halikarnas Balıkçısı, savaşını anlatıyordu, “arkamda yüzbinlerce portakal ve greyfurt ağaçları kökleri üzerinde kalkmışlar, ilerliyoruz ve düşmanımız ölüme karşı, vitamin ve ışık bombaları, portakalları, greyfurtları, çiçekleri atıyoruz” diyordu… “Burası engin göklerin memleketidir” diyordu, yıllaaar sonra Yatağan, Kemerköy, Yeniköy termik santrallarını diktikleri coğrafyayı tasvir ederken, “burası engin göklerin memleketidir, içten gelen bir türküyü kapıp koyverin, uzaklaştıkça türkü gökte masmavi olur, ışık burada karanlığı aydınlatmakla kalmaz, aydınlattığı maddeyi değiştirir ve görülen bir şair rüyasına çevirir, başka yerlerde ölüp nur içinde yatılacağına, burada nur içinde yaşanır” diyordu.
★
Ne mutlu ki, Halikarnas Balıkçısı olarak yaşadı, kendi tabiriyle, ölüp nur içinde yatacağına, nur içinde yaşayarak gitti.
Bu günlere kalsaydı, “Halikarnas Madencisi” olarak kahırdan giderdi!