Geçen hafta, Rodos’taki Osmanlı son türbedarı Şaban Amca’yı yazmıştım. Birçok okuyucum telefonla ve mesajlarıyla hüznüme ortak oldu. Bu hafta Fatma Nine’yle tarihin karanlık, kirli dehlizlerine kısa bir yolculuk yapmak istedim.
Girit Adasında 1912’ye kadar 100 yıl boyunca sistematik bir şekilde sürdürülen Türk nüfusa yönelik katliamlara tanıklık etmiş. İngiliz tarihçi W. Alison Phillips’in gördüklerini yazdığı hatıralarından sadece bir bölümü şöyle;
“Türklerin hepsini soğukkanlılıkla sığır gibi katlettiler. Hatta saygın yaşlı bir Türk, gözlerinin önünde ailesinin katledilişini izlemeye zorlandı. Bulabildikleri tüm Türkleri kadın, erkek ve çocuk ayırt etmeden katlettiler. Şarkılar söylüyorlardı; – Ne Mora’da bir tane Türk kalacak, ne de dünyada.
Nitekim Yunan isyanının patlak vermesinden sonra üç hafta içinde “kaçabilen Türkler” dışında Girit’te bir tek Müslüman bile kalmamıştı. İşte o “kaçabilen Türkler” den biri de Fatma Nine’ydi.
Bazı kaynaklarda Mora Yarımadası’nda 20.000 civarında Türk, Arnavut ve az sayıda Yahudi katledildiği yazsa da, sadece Tripoliçe katliamında 35.000 Müslüman Türk’ün öldürüldüğü yabancı tarihçiler tarafından kayda geçildiğine göre, Mora Yarımadası ve adalardaki (Girit dahil) soykırımın 50.000’i geçtiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
Mistras kasabasında 400’ün üzerinde Türk’ün katledildiği yetmemiş gibi vahşetin tadını(!) çıkarırcasına Yunan milisler Türk çocuklarını, ezan okuyacaksınız, diyerek minarelere çıkarıp oradan aşağıya atmışlardır.
William Ogden Niles’in Yunan isyanları sırasında tuttuğu kayıtlara göre Patras’ta Türk halkının tamamına yakını katledildi.
Yine Navarin’de , Mısır’a göndereceğiz diye şehir dışına çıkarılan 3.000 nüfuslu kentin tamamı katledildi. Dağa kaçanlar ise sürek avıyla teker teker keklik gibi avlandı.
Tripoliçe katliamı ise bölgedeki soykırımın en büyüğü idi. Justin McCarthy, katliamda öldürülen Türklerin sayısını 35.000 olarak kayıtlara geçirdi.
Yunan komutan Teodor Kolokotronis; “Cuma gününden Pazar’a kadar askerlerimiz kadın, çocuk ve erkeklerin tamamını öldürmüştür.” diyerek dönemin en büyük soykırımını itiraf etmiş olmuyor mu? Bundan daha sağlam belge mi olur? Türkiye olarak niçin hala uluslararası mahkemelere başvurmuyoruz anlamış değilim.
Ayrıca İngiliz tarihçi Walter Alison Phillips, Tripoliçe katliamı hakkında şöyle yazar;
“ Üç gün boyunca şehrin sakinleri bir vahşi çetenin insafına bırakıldı. Yaş ve cinsiyet ayrımı yapılmadan insanlar boğazlandı, öldürülmeden önce işkencelere tabi tutuldular.
Katliam o kadar büyüktü ki, komutan Kolokotronis kapıdan hisara kadar, yerdeki cesetlerden dolayı atının ayaklarının yere hiç değmediğini söyledi. Yakınlardaki dağlara kaçan Müslüman kitleler sığır gibi doğranmaktan kurtulamadı”
William St. Clair ise katliam sırasında Tripoliçe’ de bulunan yabancı subaylardan duyduklarını hatıralarında şöyle anlatmıştır;
“…Tutsakların kolları, bacakları kesildi ve ateşin üzerinde yavaş yavaş kızartıldılar. Hamile kadınların karınları yarıldı, kafaları kesildi ve köpek kafaları bacaklarının arasına sokuldu. Yani ana karnında katledilen bebekler köpeklere yedirildi.”
Bu insanlık dışı cinayetleri biz uydurmuyoruz. Batılı tarihçiler yazıyor. Daha yürek yakan, içimizi sızlatan o kadar çok canavarlık örnekleri var ki, bunları yapan gerçekten insan olamaz.
Yüzsüzlüğe, utanmazlığa bakar mısınız; masum Müslüman Türk’ün kanı hala ellerinde olan bu canilerin torunları kalkmışlar, geçtiğimiz ay bizim karşımızdaki İstanköy Adası’na soykırım anıtı” dikmişler. Bu arsızlığın, hadsizliğin hesabı sorulmalı değil mi? Hariciyemiz, tarihçilerimiz, diplomatlarımız, üniversitelerimiz hatta Yargımız ne zaman harekete geçecek doğrusu merak ediyorum.
Devam edelim… İşte “kaçabilen Türklerden” biri olan Fatma Nine ile olan hatıramı paylaşmak istiyorum ki Yunan mezalini canlı tarihle perçinlenmiş olsun. Yıllar önce, bir konferans için Bodrum’a davet ettiğim Engin Noyan ve Mustafa Merter ile birlikte Giritli Fatma Cengiz Nine’yi evinde ziyaret etmiştik.
Girit’teki Yunan katliamlarına çocuk yaşında tanıklık etmiş yaşayan tarih nur yüzlü Fatma Nine kapının eşiğine oturmuş, başında kar beyazı oyalı tülbenti, elinde tesbihi ile bizi karşıladı. Sonbahar güneşinin tadını çıkarıyordu.
Karşımızda namaz oturuşuyla diz çökmüş, dudakları kıpır kıpır zikir çeken o asırlık çınar, insan değil sanki bir melekti. Nur yüzlü Fatma Nine’nin artık gözleri görmüyordu ama kaderiyle öylesine barışık ki, yüzüne bakan huzur buluyordu. Velhasıl Fatma Ninede bambaşka bir enerji vardı.
Fatma Nine’nin dizinin dibine çöken Engin Noyan, onun yüzündeki ilahi ışığı hissetmiş olmalı ki hüngür hüngür ağlamaya başladı. Hele Girit hatıralarını anlatmaya başlayınca ondaki hüzün, acı ve hasret hepimizi çoktan sarmıştı.
Tüm kasabalarda Yunan katliamları başlayınca, Fatma Nine’nin ailesi ve birkaç komşu aileleriyle birlikte çetelerin hesap edemeyeceği sarp kayalıklardan urgan sarkıtıp küçük bir balıkçı teknesiyle kaçış planlamışlar. Tekne tam karadan uzaklaşırken kayalıklardan yukardan aşağıya tekneye doğru kurşun yağmuru başlamış. Meğer Yunan milisleri son anda kaçış güzergahını farketmişler. Ölü ve yaralılarla birlikte tekne güç bela İstanköy’ e ulaşmış. Oradan da mübadele ile ver elini Bodrum.
Osmanlı’nın arifane kültürünün imbikten süzülmüş izlerini nur yüzünde keşfettiğimiz Fatma Nine ile vedalaşırken bir asırlık yükü yine çoktan sırtımıza almıştık.
Biz avlunun kapısından çıkıncaya kadar, Girit’ten ona yadigar kalan buruk tebessümle bizi el sallayarak uğurladı. O anlam yüklü eller belki tarihi, belki de geleceği selamlıyordu.
“Evlad-ı Fatihan” nur yüzlü, mübarek insan Fatma Nine de bir süre sonra Rodoslu Şaban Amca gibi Hak’ka yürüdü. Mekanları cennet olsun.