İfade ve basın özgürlüğü, demokratik toplumların temel taşlarından birisidir. Bu özgürlük, gazetecilerin sansür ya da baskı olmadan haber yapabilme, araştırma yapabilme ve kamuoyunu bilgilendirebilme, kişilerin de düşüncelerini ifade edebilme hakkını ifade eder. Dünya düzeni kurulduğundan beri, her dönemde toplumun haber almasının çok da rahat bir ortam yaratmayacağını öngören yönetim sistemleri var olmuş ve bu nedenle basın özgürlüğüne yönelik kısıtlama niteliğinde işlemler yapılmıştır. Günümüzde ise, hukuk ve yargı, basın özgürlüğünü kısıtlamaya yönelik bir araç olarak kullanılıyor durumu doğdu. Demokratik toplumlarda ifade özgürlüğü kapsamına girmesi beklenen, ya da basın özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gereken konular, dezenformasyon başlığının altına sokularak, kısıtlama uygulamalarının alanı genişletiliyor. Bu alan genişletilmesinin aracı olarak da, hukuk ve yargı sistemi kullanılıyor.
Bu fiili durum, gazetecilerin veya medya kuruluşlarının sorunu değil, aslen tüm toplumun demokratik haklarının ihlali sorunudur. Basın özgürlüğünün kısıtlanması, bilgi edinme hakkının gasp edilmesidir ve toplumların gelişimini doğrudan etkiler. Özgür bir basın, hesap verebilirlik mekanizmalarını güçlendirir ve yönetim sisteminin ideal olana evrilmesinde önemli bir çark görevi görür.
Oysa hukuk ve yargının araç edildiği, kısıtlama odaklı her türlü eylem, gazetecilerin işlerini yapabilme kabiliyetlerini ciddi şekilde zayıflatır ve özgür bir medya ortamının oluşmasını engeller. Sonuç olarak, basın özgürlüğünün kısıtlanması, sadece bir meslek grubunu değil, aynı zamanda demokrasiyi de tehdit eden bir durumdur. Bu nedenle, ifade ve basın özgürlüğünü savunmak ve korumak, demokratik toplumların en önemli görevlerinden biri olmalıdır. Bunun gibi temel haklar kapsamındaki tüm özgürlükler için bir üst kriterden bakılmalı ve bu kriter üzerinden eylemde bulunulmalıdır.
Geçtiğimiz günlerde ardı ardına sosyal medya üzerinden yayın yapan gazetecilere yönelik cezai soruşturmalar gündeme düştü. Özellikle bir soruşturmada, gazeteci gözaltına alındıktan sonra ev hapsine dönüşen bir tutukluluk kararının verildiğini öğrendik. Dosya içeriği ne olursa olsun, mevcut yargı sisteminde, tutukluluğun bir ceza silahı gibi kullanılması söz konusu olamaz. Ancak burada tutukluluğun bir cezai müeyyide gibi bir netice uygulaması olarak topluma algılatıldığını görüyoruz. Bir müeyyide olsa, o zaman da işte ister istemez toplumun kafasında türlü türlü kıyaslamalar devreye giriyor.
Ortaçağ’a Hoşgeldiniz başlıklı önceki bir yazımda anlattığım, iki adamın bir kadını İstanbul’da sokak ortasında yola yatırmaya ve cinsel istismarda bulunmaya çalıştığı eylemin soruşturmasında, önce tutukluluk kararı verilmemiş, sosyal medya üzerinden bir toplumsal tepki geliştiğinde, iki kişi hakkında tutuklama kararı verilmişti. Bu şekilde, çok çeşitli örnekler de sayılabilir. Cinsel istismar gibi ciddi bir suçta tutukluluk kararı verilmemesi, toplumda adaletin sağlanamadığı hissini uyandırırken, öte yandan, basın suçları kapsamında tutukluluk kararlarının verilmesi, ifade özgürlüğü ve basın özgürlüğü açısından toplumsal kıyaslamaya, hukuk uygulaması tartışmalarına yol açıyor.
Bu konu, hukuk sistemlerindeki tutukluluk uygulamalarının adalet ve eşitlik ilkeleri çerçevesinde değerlendirilmeye ne kadar muhtaç olunduğunu göstermekte olup, olumsuz kıyaslamaların önüne geçilebilmesi için tüm hukukçuların, ifade ve basın özgürlüğüne aykırılık oluşturulabilecek her uygulamaya, yavru bir serçeyi avuçlarında tutuyor hassasiyetinde yaklaşması ve yargının yürütmeden tamamen ayrı olduğunu hep hatırlayıp, yargının herhangi bir kısıtlama aracı olarak kullanılmasına izin vermemesi gerekiyor.